oyun

Ağını hiç şaşmadan ören bir örümceğin korku ve tiksinti uyandıran görüntüsü, fakat bir o kadar da en derinimizde hayranlık doğuran ritmik ve estetik gayreti. Ve tabii bir de hayvanda şahit olunan „varoluşuyla barışıklık“.

Güneş bugün daha yavaş batıyor sanki. Belki de uyutmadan önce emzirmesi gereken canlılar vardır da bundan dolayı hemen gidemiyordur. Belki de toprak soğuk almıştır da onu bi güzel ısıtıyordur. Kimlik atfederek anlayamaz insan maddeyi elbette ki ama, maddenin mâna boyutunu bir şekilde dile getirmiş olur. Çünkü buna ihtiyacımız var. Bir de dile gelmeyen şeyler var. En çok onlar sözcüklere sığınır. Hep beyhude…

Bir yerde biriksin istiyorum söylenemeyenler. Yağmur suyunun sıcak bir yaz günü metruk bir köyün kuyusunda birikmesi ve hemen ardından buharlaşması gibi. Kimselerden habersiz. Kuyu. Bir tek kuyu bilebilir, dolup taşmalarını, boşalıp yeni yağmur bekleyişlerini.

Tüketilen nefes, akıtılan yaş, içe dönük salınan feryat – insan garip bir varlık doğrusu. Kalabalık ettiği bir gezegenin ne efendisi ne kölesi. Yine de kölelik-efendilik kıskacında sıkışık. Bir ağacın görev bilinci ile bir parmak ucunun işlevselliği kadar olamaz bazen vicdanın kulağı.

Söyle,
önü süpürülecek kapılar tek tek yüzüne kapandığında, elin nereye gider? Gözlerin nereye dokunur? Boynun hangi açıyı alır? Bükük olmak da güç ister. Dolu buğdaylardan bahsetmiyorum, yoo yooo. Dikkatini dağıtan her şey satılıktır. Satma kendini. Şimdi karşıma bir çocuğu alıp onu uzun uzun dinlemek istiyorum. Süpürülemeyen kapı önlerinde oynasın istiyorum belki de. Oyun ve oyalamaca yeri ya madem dünya, çocuk yüzlerini güldüren oyunlar kurmak istiyorum. Biraz vizyonsuz, biraz safça, biraz naif, biraz vurdumduymaz, biraz hesapsız, biraz yarınsız, biraz şanssız, biraz sözsüz, biraz mantıksız, biraz sessiz, biraz..

Peki peki.
Sustum..

(…)

Dinleyelim:  Aytekin Ataş – Şahdamar

fotografia-na-swiecie-francja-maar1

diyalog – 38

– bazı şeyler hiç yaşanmayacak, ümit bağlamanın bir anlamı yok, dedi kadın.
– ümitlenmezsek tabii ki yaşanmaz, dedi adam.
– ya ümitlendiğimiz halde yaşanmaz ise? diye sordu kadın.
– o zaman „biz ümit ettik, üstümüze düşeni yaptık“ deriz, dedi adam.
– öyle kolay mı? dedi kadın.
– öyle kolay, dedi adam.

Dinleyelim: Brenna MacCrimmon & BabaZula – Cecom

kelimelerin ayaklanması

Kirli beyaza siyah harflerle muntazaman basılan kelimeleri ve onlardan meydana gelen cümleleri okumaktan yorulduğumda başımı çalışma masama koyar ve gözlerimi kapatırım. Bazen içime döner orayı dinlerim, fakat bunu yaptığımda daima bir parça nedamet hissederim, çünkü orası beni oyalar ve oyalar ve terketmesi zor bir diyara dönüşür. Bazen de etrafımı dinlerim. Etrafımı dinlediğimde kimi zaman duvara çarpan sessizliğin gürültüsü yankılanır kulağımda, bazen ise kitaptan fırlayan ve masamın üstünde hoplayıp zıplayan kelimelerin kargaşası. Mesela az evvel yine öyle oldu ve şiir’inden ayrılan bir mısra ağır ağır yürüyüp masanın üstündeki çay bardağına sırtını dayadı. Galiba uzaklara daldı, fakat kafası karmaşık bir filozofun kitabından kopan bir kelime masanın üstündeki bardağa dayanan mısrayı rahat bırakmadı, „bu bardak sence gerçekten var mı?“ diye içine kurt düşürmek istedi. Mısranın cevabını duymadım. Çünkü okunmamış notlardan düşen kelimeler masanın üstünde delice oradan oraya koşup „bizi oku bizi oku oku oku okuu bizi bizi“ diye haykırdı. Hepsinin başına birer huni takılmalıydı o an! Hatta içimden bir ses „Huni kanunu gereğince sizi asıyorum!“ demek istediyse de, kulaklarım „Hey! No iç ses! Etrafını dinle, içini değil!“ diye beni uyardı. Ben de napayım, dökecek sütü olmayan kedi gibi mahzunca „peki“ dedim.

Bekleyin beni. Kelimelerimi uyutup geleceğim. Elbet en geç güneşin doğuşu ile onlar da canlılıktan yorulur ve kitaplarına döner. Bizim de her gece ölümlülüğümüze döndüğümüz gibi.

Sinead O’Connor: The House of the Rising Sun

Ben Howard: Conrad

nikolas-tikhomoroff.burroughs-typewriter-at-beat-hotel

Yeryüzünden Notlar – 3

Hey Mister hey hey Mister! (Nein nein, das ist mir zu lässig und trifft meinen deutsch-schwermütigen Urgrund nicht. Alles, was nicht trifft aber dies bezweckte, ist ein Fehlwurf. Das Leben, verehrte Damen und Misters, besteht über 90 % aus Fehlwürfen. Dennoch ist es sonderbar erstaunlich, dass jeder Fehlwurf von Neuem einer Gewöhnung bedarf. Wie viel Gewöhnung verträgt aber die weltliche Lebenszeit des Menschen? Schweigen Schweigen Schweigen. In mir ist ein Riesen-Schweige-Chor, ohne Dirigent. Alle Schweigsamen riechen dabei unterschiedlich, alle schweigesummen ihr Lieblingslied, alle träumen in einer anderen Farbe. Vielleicht aber hat der hinterhältige Dirigent die einheitlichen Stimmen mitgenommen, als er verschwand. Und nun sitze ich auf einer Stufe am Podest, aus meinem Wesen fallend, in die verkehrte Höhe. So viel Phantasie darf ich doch bitteschön von Ihnen abverlangen. Ja ja, recht, „Phantasie“ mit ph.) Ladieeeeees aaaaanndd Gentlemeeen! Round two. Ding ding. (match box! box! blood blood death fullstop)

Noir Desir – Le Vent Nous Portera

monologue and we talk and we talk and we knock

Merhaba,

size bu satırları kalemin dönüşümden geçtiği bir bilişim çağından yazıyorum. Uzaktan yazdığımı iddia etmeyi cidden çok isterdim ama internet uzaklık-yakınlık kavramlarımızı da altüst etti, bilemiyorum ki şimdi. Bilemiyorum nereyi ve kimi ne kadar gezdiğimi, bilmiyorum fısıltılarımın kimlere kadar birer sesleniş olarak dalgalandığını. Romantizme bağlamayınız lütfen, dalga derken mikrodalgalı fırının dalgalarından bahsettiğimi düşünün. Aklınız denizdeki dalgalara gitti değil mi? Biliyordum zaten. Hep o hep. Aşın artık bunları.

Bir ricam daha olacak: Bir misyon yüklemeyin kimseye çünkü aksi takdirde o kimsenin elinden ara ara aciz kul olma bazen de işte gıcık olma hakkını almış olursunuz. Yapmayın bunu. Yaptırmayın bunu kendinize. Gücünüzün yettiği noktaya kadar elbette bu izinvermemeler de.

Zaman hepimizi eşitliyor. Geçen metroda karşımda oturan yaşlı kadını gözlemledim önce: Yüzü buruşuk ve sakindi. Elleri ağır bir işte çalışmaktan değil de, uzun süre dünyada insan olma ağırlığından kırış kırıştı. Saçları bakımlıydı, kıyafetleri özenle seçilmişti. Geçim sıkıntısı yaşamamıştı belki de hiç, yine de geçmek zorunda kalmıştı kendi dünya cehenneminden (İmtihan kimseyi teğet geçmez dostum). Sonra niyeyse gözüm çaprazımda oturan genç kıza takıldı: Belli ki zengin değildi. Belki de aysonunu zor getiriyordu ve bu hep böyle kalacaktı. Buna rağmen yüzünde gençliğin verdiği bir vakitbereketliliği vardı ve dahası o bunun bilincindeydi. Kim bilir daha ne aşk acıları çekecek, ne günler görecekti. Ama belki de o kız aynı gün ansızın ölmüştür ve yaşlı addediğim o zengin kadın dünyanın en uzun yaşayan insanı olarak rekorlar kitabına geçecektir. (Abartmayı seviyorum, bazen iyi gidiyor. Ama sadece bazen.)

Ne diyorduk? Gıcık olma hakkımı elimden alan dostum değildir. Kul olma hakkımı zaten – Allah biliyor ya- acziyetimin dibine vurunca sonuna kadar kullanıyorum. Ama bu sizi ilgilendirmez…

(ders yapıyordum, nasıl geldim ki buraya? ah bu kaçışlar)

Geceye ses olsun:

Sophie Hunger – Shape

yaşamayan yaşatmaz

Bir yandan sadece bir kaç yüz Arakanlı’nın karnını doyurmak milyonlarca insana ağır gelirken,
öte yandan milyonlarca paranın bir kaç şarkı yarışmasında bir gecelik eğlence uğruna harcanması –
bunlar akıl işi değil. Hele vicdan işi hiç değil.
İnsan işi…

Ve utanç verici.

Allah bizi kurtarsın.
Zira başka türlü kurtulmanın pek mümkün olmadığı bir olaylar zincirinde yaşıyoruz.
Yahut takılmış durumdayız. Evet evet yaşamıyoruz.
Yaşasak yani gerçek manada yaşasak
yaşatmak da isteriz.

Dünya
işte bu kadar.

Hayırlı Miraçlar

PS34 Soul

Hatt: Samir Malik

Niçin ağlarsın ey bülbül?

Bist du denn fremd hierher gezogen –
Ach, warum weinst du, Nachtigall?
Und hast ermattet dich verflogen?
Ach, warum weinst du, Nachtigall?

Hast hohe Berge überschritten?
Bist über Flüsse tief geglitten?
Hast Trennung du vom Freund erlitten?
Ach, warum weinst du, Nachtigall?

(…)

Yunus Emre

çeviri: Annemarie Schimmel

nöbet

Sonsuz İnsanın Girişimi

(…)
parçaladım yüreğimi ayna gibi geçip gitmek için içimden
işte yüksek pencere ve ağaç bedenlerini düşüren balta olandan
kalan kapılar
rüzgar kalaslara astı belki
derin ağırlığı kendisini unuttuğunda
dans ediyordu gece ağlarında
hıçkırarak uyanıyordu çocuk
anlatmıyorum mutsuz sözcüklerle söylüyorum
(…)

her şeyi sevecenlikle anlatmak istiyorum
işte sen kötü mevsimlerin nöbetçisi
kaygılı balıkçı bırak beni süsleyeyim örneğin
meyvelerden tatlı bir kemerle hüznünü
bekle beni gittiğim yerde ah iniyor gece
yemek okyanusun gemici türküleri ve bekle beni
(…)

– Pablo Neruda

ara6

Allah Allah Hayy (till eternity)

Masamın üstündeki nesnelerin hüznü sindi gözümün ufkuna. Ne var ki, kimse bir başkasının adına konuşamaz. Konuşmaya kalkıştığında ise onun aklını ve dilini katleder. Kandırma: Hepimiz gün içinde öldürüyoruz. Başka insanları ve eşyayı. Birileri de bizi öldürüyor bir güzel, düşünmeden, bilinçsizce.

Evet, eşyanın da kendi dili var ve biz o dilin varlığını dahi kimi zaman göremiyoruz. Hayır, size karamsar bir tablo çizmiyorum. Yaratılmışların âlemî zenginliğinden bahsediyorum. Haykırdıysam özür dilerim. Özür dilerim, şayet sesinizi çaldıysam. Şimdi sıyrılınız ses tellerinizden ve konuşturunuz o ilelebet özgür kalacak olan sadânızı. Duyanlar olacaktır. Bundan şüpheniz olmasın.

Sahi.. duyanlarımızı kendimiz mi seçeriz? Yoksa…

….

Dinleyelim: Nezih Uzel – Aşk Bezirganı