kardeşim

Y., da ist mein jüngerer Bruder. Er ist im Nebenzimmer.

sina sagt: geh schlafen

Y. sagt: nein ich red nicht mit dir hier, weil diese technologisierung einfach nur noch krank macht

sina sagt: ja, dann steh doch auf und mach was, was keine technologisierung repräsentiert

Y. sagt: das sagst du? ;)

sina sagt: ja. was dagegen? ich schreib an meiner hausarbeit. was machst du? beschäftigst du dich auch mit der problematik, ob beauvoir den praktischen solipsismus sartres übernommen hat?

Y.sagt: ich beschäftige mich mit der heisenbergschen unschärferelation und ein gen-ein protein-hypothese

sina sagt: aha. und?

Y. sagt: und nich mit theorien einer pseudolesbe

sina sagt: du musst mir erklären, was diese h.unschärferel. ist

Y. sagt: das is über deinem niveau

sina sagt: danke, dass du mich so minderwertig betrachtest

Y. sagt: um das zu verstehen musst du wissen, was welle-teilchen-dualismus ist

sina sagt: du bist ein freak

Y. sagt: nein ich bin nur darüber bewusst dass wir ein kleines teilchen in einem wunderbaren konstrukt namens weltraum sind

sina sagt: trotzdem bist du ein freak :D

Y. sagt: simone de beauvoir is ne lesbe

Olmaz Leyla, vaktim yok.

tatlı bir kızla tanışmıştım. fransada. yaşça benden biraz küçüktü. hukuk fakültesinde okuyordu. parmağında alyans vardı. „aa nişanlı mısın sen?“ diye sormuştum. „hayır“ demişti. şaşırmıştım. meğer nişanlı bilinmek ve „rahat bırakılmak“ yani kendisine aşık olunmasını engellemek istiyordu. güzel ve cazibeli bir kızdı. okulunu „bir aksilik çıkmadan“ bitirmek niyetindeydi. bunun için böyle bir „önlem“ almıştı. garip fakat anlaşılabilir bir yanı vardı bu hareketinin.

öte yandan, ne acı: o kadar yoğunuz ki, aşık olmaya/ olunmaya bile vaktimiz yok.

antiperfeksiyonizm

1.

sevgili blog,

biraz dertleşelim mi? sen bana, „ah keşke Allah beni de insan olarak yaratsaydı..!“ de, ben de sana „ah insan olmak ne zor, bir bilsen!“ diyeyim.

hayat güzel.. ve seni özendirmek gibi olmasın ama, insan olmak büyük bir şeref. lakin zaman zaman, bu sorumluluk beni çok yoruyor işte. oysa: zaaflarımı ve acziyetimi görmek beni mutlu ediyor. Allaha olan inancım bir kez daha anlam kazanıyor.

fakat öteki dediğimiz insanlar/ kurumlar bu acziyeti bana yakıştıramayınca içimdeki ve dışımdaki sorunlar büyüyor. böylesi bir durumda ya sorunları yok etmek gerekiyor, ya böyle bir beklenti içinde olan ötekiyi, ya da „bunları başaramadığımızda“ kendimizi yok etmeye kalkışıyoruz. biz kendimiz yahut öteki, dört dörtlük olamamız konusunda ısrar ettikçe, sorunlar bitmeyecektir. fıtratımıza aykırı olan bu insanüstü sorumluluk/ bu tanrısal özellik (herşeye gücü yetme/ kusursuzluk/mükemmellik), bizi fıtratımızla çelişen diğer uca yönlendiriyor. var olan birşeyi yok saymaya başlıyoruz..

2.
„aşağıya tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık“ meselesi.
ne yapmalı? traş olmalı. ama ya traş olmak mümkün değilse? karşıya tükürmeli. ama orada öteki var, olmaz. o halde hiç tükürmemeli. sonuç: bir gün kendi tükrüğümde boğulmaktan endişe ediyorum.

3.
„başarı“ ve „kariyer“ gibi kelimelere sırf bu yüzden gıcığım.

4.
„Nefsim kudret elinde olan Zat’a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helak eder; günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi.“
Hadis-i Şerif

5.
öteki kusurlu olsun. eyvallah. ama kusuru, insanın kusursuzluğuna inanmak olmasın.

6.
bir gün 3. sınıf bir filozof olursam, adımın „antiperfeksiyonizm“ akımıyla anılması pek muhtemel.

3 takla yahut l’amour est fou

Güzel bir insanın geçen dediği gibi „ödevime devam etmemek için 40 takla atıyorum.“ Bu „taklalar“ esnasında keşfettiklerim:

1. Vicky Leandros, L’amour est bleu. (Müzik Paul Mauriat imzalıdır, çok meşhurdur falan.)
2. Christophe Maé, J’ai laissé.
3. Lena Chamamyan, Sareri Hovin Mermen.

Ödev mi? Überstehn ist alles.

Tanrıya hitabe. Rilkece.

Bist du denn Alles, – ich der Eine,
der sich ergiebt und sich empört?
Bin ich denn nicht das Allgemeine,
bin ich nicht Alles, wenn ich weine,
und du der Eine, der es hört?

(…)

Lösch mir die Augen aus: ich kann dich sehn,
wirf mir die Ohren zu: ich kann dich hören,
und ohne Füße kann ich zu dir gehn,
und ohne Mund noch kann ich dich beschwören.
Brich mir die Arme ab, ich fasse dich
mit meinem Herzen wie mit einer Hand,
halt mir das Herz zu, und mein Hirn wird schlagen,
und wirfst du in mein Hirn den Brand,
so werd ich dich auf meinem Blute tragen.

Rilke

 

dünyaya atılmak, ağlamak ve hayat

Haberlerde, Brezilyada dünyaya gelen bir bebeği gösteriyorlar. Annesi, evlilik dışı bir ilişkinin/ bir gerçeğin vücut bulmuş hali olan bu minik yavruyu doğurur doğurmaz evlerinin damına çıkmış. Canından koparıp oradan boşluğa atmış. Düşmüş bebek. Ağlamış. Ağlamış. Ve susmamış. Bunu duyanlar olmuş. Ambulans çağırmışlar. Bebeğin durumu şu an kritikmiş. Annesi yargılanacakmış.

Haberi izlerken aklımdan iki şey geçti, yok yalan olmasın üç şey:

1.  Karşımda Heidegger otursun istedim. Ona „DAS ist Geworfenheit in die Welt!“ ( „Budur dünyaya atılmışlık!“) diyebilmek istedim.

2. İnsanlar bazında en kuvvetli bağ anne ile bebek arasındaysa ve bir anne bebeğini öldürmeye kalkışmışsa, kim bilir ne çok korkmuştur.. Hem bebek, hem de anne.

3. „Ağlayan ölmez“ diye bir kaide yoktur. Ama şurası muhakkak ki, ağlamayan ölmüştür.

(Bir de çağrışım ekinde bulunayım:

4. Kemal Sunalın bir filmi vardı („Gülen Adam“), her zaman herşeye gülebilen bir karakteri canlandırdığı. Koskoca bir adamın- dünyaya geliş anı dahil-  hayatında hiç ağlamamış olması etrafındakilerce garipseniyordu. Filmin sonu ise pek güzeldi..)

Hayretsin, Cahit!

1.

Niye saklıyayım arada bir hava meydanlarına gidiyorum. İşte yine aynı „hayret“in elindeyim. O demir kütle pistte hızlanınca bende de bir şey ağırlaşmaya başlıyor, o hayret ağırlaşmaya başlıyor. Hızlanıyor, ve hızlanıyor, gövdenin ucu yekinip, arka tekerler üzerinde gidilen bir kaç saniyelik görünüş ve nihayet onların da yerden kesildiği ve koca gövdenin yerden sadece iki parmak havalandığı „an“, yüzlerce tecrübeme rağmen, „işte bir kere daha oluyor, işte bir kere daha oluyor, işte bir kere daha oluyor“ diye içimin inleyen cümlesini o kısa zaman içinde felaket bir süratle tekrarlıyarak içimin hayretini, onun dalgalanışını yatıştırmaya çalışıyorum.

Bu hayretin elinden nereye gideceğimi bilemiyorum. Ve o zaman bir kere daha ve daha iyi anlıyorum: kendisine bize bir keramet göster denen velinin,

– „peki, göstereyim“ deyip ayağa kalkmasını ve,

– „işte! yürüyorum“ demesini.

Cahit Zarifoğlu

2.

Cahit, biraz daha ileri safhalarda tanıdığımız „çocuksu“ bir insandı. Bu çocuksuluğunu gene kendisi en güzel biçimde „Yaşamak“ isimli anı-günlük karışımı kitabında dile getirmiştir. Unutmadığım bir cümlesi vardır orada. Merhum üstad Necip Fazıl’ı bir Ankara’ya gelişinde (…) karşıladığımızda üstad şöyle bir cümle sarfetmiş: „Akşama istişare edelim“ demiş. Üstadın bu sözü bizim için olağan ve tabii bir şeydi. Çünkü, buna benzer sözleri üstadtan çok işitmiştik. Üstad bize akranıymışız gibi davranırdı. Biz ona büyük saygı göstermekle, kendisini üstadımız bilmekle beraber buna benzer sözleri yadırgamazdık. Ama Cahit’in bu cümleyi yorumlayışı çok güzel. Diyor ki, kitabında: „O anda içime ani bir olgunluk hücum etti.“

Rasim Özdenören

üşümeyi tercih etmek

mektup almak güzeldi. eskiden.  o zamanlar, „posta kutusu“ denince akla ilk hotmail.de gelmezdi. yahut „mektup“ denince fatura. (Bkz. Bedeutungswandel)

oysa şimdi, mektup almaktan korkan birer varlığa dönüştük.
ve şüphe ediyoruz: „bunu gerçekten bir insan mı yazdı?“ diye soruyoruz bir maili daha okurken; yahut bir devlet dairesinden adresimize gönderilen etten kemikten -ah pardon kağıttan zarftan- bir mektubu (örneğin satırlarını atlayarak okuduğumuz ve para miktarının yazılı olduğu kısmını aradığımız bir faturayı) elimize aldığımızda. şansımız varsa, pul yapıştırılmıştır. ve damgası vardır. ve bir kez daha şansımız varsa, faturanın en alt bölümünde memurun imzası vardır. tükenmez kalemle atılan. (yeri gelmişken: çok sevdiğimiz bürokrasiye kafkaesk bir teşekkürde bulunalım: mer-ciii bü-ro-kra-siii!)

bugün „el yazın ne güzel“ dedi bir arkadaş. bu cümleyi ikiye ayıralım: „el yazın“ ve „ne güzel“. „ne güzel“ini salladım. ama birinin bana hitaben „el yazın“ demesi.. özlemişim desem, inanırsınız değil mi? evet, eskiden el yazısı vardı. ilkokulda buna not verilirdi. (ben hep „iyi“ alırdım.) şimdi ise „yazı karakteri“ var. kısacası: yazı elden düştü. ve şablonlaşmış karakter edindi.

hepimiz adına merak ediyorum: en son ne zaman harflerini seçmekte zorlandığımız bir el yazısı okuduk?

ve esasen: sadece el yazısı karak-ter sahibidir. times new roman ise, hepimizin eline giydirilen demirden örülmüş standart eldivendir.

iyi de, benim işaret parmaklarım pek yamuk. şimdi ne olacak?