Şirin’ime varmaya.

Ağladım, güldüm, sevdim, buğzettim, okudum, dinledim, sustum, konuştum, gördüm, bildim, cahil kaldım..

Sonra sevgili kuşlarım Derviş ile Fıstığı karşıma alıp şu parçayı seslendirdim:

Muzaffer Ozak (k.s.) – Can yine Bülbül oldu

Can’t give up my blanket.

Size biraz bana huzur veren şeylerden bahsedeceğim. Belki size de huzur verirler. Öyle umulur yani. Yani inşallah. Amin.

Dinleyelim:

Muzaffer Ozak (k.s.) – Segah Hamdiyye ve Gülbenk

Muzaffer Ozak (k.s.) – Nerede Olursan Ol Allah’ın Seni Gördüğünü Unutma

İzleyelim:

Charlie Brown – Happiness Is A Warm Blanket

„Tell me where you’ve burried the blankeeett!“

Lucy’nin terapi seansları, Charlie Brown’un kel saflığı, Linus’ın battaniyesiyim.

 

 

normal bir gün

Filozof olamazsam anne olurum. Anne olamazsam mahallemde „her şey hayal! her şey hayal!“ diye bağıran bir meczup olurum.

Rotayı değiştiren otobüs. Metroda yoğun bir alkol kokusu ve kalabalık. Berlinde karneval zamanı. Kimsenin kimseyle muhabbet etmediği fakat herkesin bir şekilde eğlendiği bir organizasyon. İlginç ve garip. Karşılaşılan her ikinci insan Berlin dışından, turistimsi ve heyecanlı. Ekmek ve oyun. Metroda yanımda oturan yabancı uyruklu kadın: „küçük bir aynanız var mıydı acaba?“ Küçük mavi bir aynam vardı, evet, nerden bildi. Bana sormak yerine aynaya sormayı tercih etti: evet, yüzünde karnevaldan sim kalmamıştı. „Olsa bile dikkat çekmezsiniz ki“, duymadı. Az ileride beş ergen kız, türkler galiba. Biri hariç hepsi telefonuyla uğraşıyor. Fener atkılı bir abi var az ileride. Alkol kokusu, bu vagonda da yoğun, ve kalabalık. Kütüphane boştur bari, iyi. Naneli şeker. Berlinli olmanın kriterleri, egoizm, baba figürü ve Sahabeler. Yasin’in Hz. Osman’a hürmeti. Topkapı ve Empirie kelimelerini unuttum, niye ki? Sonra akşam bir vesile ile eve düşen maç kartları. İbrahimovic epey uzun boyluymuş, bilmiyordum. (Bilince ne değişti?) Okulu bitirip anime izlemeli. Bu tür hedefleri de olmalı insanın. Kalbin orduları. Taze kahve ve limonlu su. Z. abiyi yine aramadım, bak gördün mü.

Bugün de başka ailelerden insanlar öldü.

 

 

mevsim benzetmesi

Teferruatta gizli olan şeyin şeytanî yönünü analiz ederken zaman geçti. Bir bulut bakakaldı ve güldü, yuvasını koruyan zararsız bir kuşun pasif agresif tavırlarına. „Karışma“ dedim anneme, „o da fıtratını yaşıyor“.

Ölmüyorduk. Terbiye etmek isterken haddi aşan bir kulun kalan terbiyesini toprağa atması gibi, bazı günler diğer günlerin habercisiydi. Sonra metrodan indim ve onca tek kafalı ve iki gözlü insanın nasıl da farklı ve biricik olduğuna bir kez daha hayret ettim. „Benzemek yetmiyor!“ dedim, ve işittiğim özlü bir sözü kendime tekrarladım „Allah bir kez yarattığını tekrar yaratmaz!“

Bir kez daha aynı ânı aynı mutluluk ile yaşama arzularımın elinden tuttum ve onu usulca bir taşın en teferruatlı köşesine yerleştirdim. Çiçekler göz kırptı, ve bildim, doğru olanı yapmıştım. Mevsim hakktır. Ve bizler mevsimle birlikte dirilme şerefindeydik. Zaman geçiyor.. Benzerken.

jane. ve unutmak.

(…) Sonra niyeyse Jane Austen’i görünce eski iş arkadaşımı hatırladım: Asya uyruklu diyeyim (ülke ismi vermeden), benim gibi almancı, efendi bir oğlan. Namaz kılan, çocuklarla arası iyi olan, kitap okumayı seven (en azından görünürde öyle). Bir gün iş çıkışı „aa hiç Jane Austen okumadın mı??“ diye hayret etmişti, „yooo okumadım“ diye hayretle cevap vermiştim ben de (neden herkes dünya edebiyatını silip süpürdüğümü zannediyor?). „Jane’i mutlaka okumalısın“ demişti, „Netbook“ filmini de tavsiye ettikten sonra. Gözlerinin içi parlıyordu bunları söylerken. Neden? Çünkü madde kullanmıştı. (Kendi gözlerimle görmemiştim ama kokusuna aşinaydım. Çünkü burası Berlin Neukölln/ Kreuzberg). Şimdi az önce Jane Austen’i görünce zihnimdeki o kodlamadan dolayı o kokuyu ve oğlanı hatırladım..  „Neden madde kullanma ihtiyacı hissediyorsun?“ diye sormadım asla. Çünkü herkes bir şekilde kaçardı. Bir insana neden kaçtığını sormak nasıl da abes! „Neden madde kullanarak kaçıyorsun? Kaçmanın o kadar başka şekilleri varken?“ Evet, bu soru daha samimi olurdu..

Kitabı hâlâ okumadım. Ve filmi de izlemedim. Bazı şeyleri unutmadan bazı başka şeyler yapılamıyor sanırım.. Ne garip, değil mi?

it’s fun to stay

Saat gecenin 03:53’ü ve ben bir yandan kahve karışımlı kakaomu (Türkiye Türkleri „sıcak çikolata“ diyor – çok uzun bir kelime, bir almancı asla..) içip Gazzali okuyor, diğer yandan da zaman zaman içleniyor zaman zaman da böyle şeyler dinliyorum. (Bu saatten sonra benden normal hareketler beklemeyin.) Bunu öğrenen Gazzali şu an kabrinde ters döndü, diyeceğim de, yok yahu mezhebi geniş bir insandır o, bıyık altından ve dahi sakal üstünden gülüyordur daha çok onu anlama çabalarıma şahit olurken. (Tee allaaahm, naalllere düştük.)

Young man there’s no need to feel down
I said young man pick yourself off the ground
I said young man ‚cause your in a new town
There’s no need to be unhappy

sen Adem değil misin?

Rivayet odur ki, sarı çiçeğe ilk sual eden şahıs Yunus Emre değil de, Adem babamızmış. Cennetten dünyaya düşünce ilk gördüğü nesne olan sarı çiçeğe doğru eğilip, zikrine ara vermesini bekledikten sonra kendisine aynen şunu demiş: „Şuradan bir insan geçti mi?“

Cevap alamayınca „Yani benim gibi bir varlık ama uzun saçlı. Kadın deniliyormuş ona, ben kısaca Havva diyorum“ diye eklemiş. Sarı çiçek de şaşkınlık içinde ne cevap vermiştir bilinmez ama, biz yine de „Hoşgeldin Adem! Hayırlı arayışların olsun“ diyecek kadar edepli olduğuna ihtimal verelim. (İki insan – koca bir dünya. Çok acayip doğrusu!) „Görsem hemen tanırım.. da işte.. kim bilir şu an nerede?“ diye geçirmiş Havva da içinden.

„Aaa aradığı kadını Hintte gördüm!“ demiş rüzgar da heyecan içinde, bir ağacın yaprağına, onu usulca sallarken. „Şşşt, hikayelerine müdahale etme! Herkes nasibini yaşar“ demiş yorgun yaprak, ağaçtan düşmezden evvel. Rüzgar da napsın, ihtiyar yaprağın bu son sözünü vasiyet kabul etmiş. Ve ebediyyen susmuş.

(Size insanlığın hikayesini anlattım. Beğendiniz mi?)