Size bir şey anlatacağım.
Almanyaya geldiğimde (4 yaşındaydım)
çocukluğumdan kalma bende iz bırakan iki anı..
Bunlardan ilki,
ilk oturduğumuz dairenin (banyosu yoktu) yakınındaki ufak Türk bakkalına dair. (Ekmek dışında bir kaç şey satıyordu, fakat onu da pek anımsayamadım şimdi.) Annem beni oraya ekmek almaya gönderirdi, Türkçeyi yeni öğrenen bir Kürt çocuğu olarak kel, cılız, gri bıyıklı, gökyüzü mavisi önlüklü, iri mavi gözlü amcadan „Bir ekmek lütfen“ istemek bayağı gurur vericiydi. (Eve ekmek getirmek daima gurur vericidir.) Fakat Türkçe öğrenmenin yanısıra (Bazen Türkçe sorduğu soruları anlamıyordum) çok başka bir zorluğu vardı bu yolun: Bakkalın yanındaki alman meyhane. Girişi kof, önü gece gündüz sarhoşlu, ürkütücü müzikli ve en önemlisi korkunç köpekli. Hem de bir tane değil, iki tane değil. Köpekten ve içkiden korkmaya başladım o yaşlarda. O meyhanenin önünden her gün nasıl panikleyerek geçtim, üstelik koşmamaya çalışarak (koşan çocuğu köpek kovalardı), bir ben bilirim bir de Allah. Annem dahi hiç bilmedi. Çünkü korkularımı ifade etmeyi öğretmemişlerdi. Ben de etmedim. İçime attım.
Sonra.. bir iki sene geçti, ve o evden taşındık. Köpeklerden ve meyhaneden kurtulmuştum. Fakat o amcayı da görmez olmuştum. Her şeyin bir bedeli vardı. Biri gidince diğeri kalmıyordu işte.
İlkokula başladığım zamanlarda ise
evimizin yakınında bir dönerci vardı. Bizim sokağımızda değildi ama uzak da sayılmazdı. Okul yolumun üzerinde değildi, hayır. Fakat ne zaman araba ile bir yere gidecek olsak, o dönercinin önünden geçerdik. Ve kimi geceler eve misafirlikten epey geç saatte döndüğümüzde – hatırlıyorum- o dönerci amcaya acırdım. „Bu saatte ailesinin yanında olamıyor, çalışmak zorunda“ dedim içimden her seferinde. O amca, şimdi görsem abi derim, kara ve pala bıyıklı, kısık gözlü, yarı-kel, haşmetli (şişko değil), yine de acayip sabit bir adam. Duruşu ile öldüren tiplerden. Çocukken kaç gece o amca için dua ederek uykuya daldım? Bilmiyorum. Amca bunu asla öğrenmedi. Muhtemelen varlığımdan dahi haberdar değildi. Hiç ayak basmamıştım dükkanına. Sanırım babamın „oranın eti helal“ izni çıkmadığı için. Uslu bir çocuktum, büyüklerinin sözünü dinleyen. Ve gizli işler çevirince vicdan azabından geberen.
Ve şimdi o caddeden halen sıkça geçiyorum. Ne çok şey değişti: etrafındaki dükkanlar, az ilerideki çocuk parkı (şimdi AVM), ben ve ilkokulum. Fakat o döner dükkanı ve sahibi olan dönerci amca değişmedi.
Geçen oradan geçerken dönercinin tabelasını göremedim (o da yıllarca değişmemişti) ve ödüm koptu. Kapısı da kapalıydı. Hayatımdaki nadir sabit şeylerden biriydi o dönerci. Bunu bilmiyordu ama öyleydi.
Sanki o amca kaybolsa, çocukluğum ve naifliğim de kaybolacaktı. Diyorum ya, ödüm koptu…
Üzerinden bir iki gün geçti, o eski tabelanın yerine yenisi asılmıştı. Aynı dönerci aynı isimle ve hatta aynı yazı fonuyla aynı yerde duruyordu – ve dönerini kesiyordu. Aynı sabırla.
Uzaktan uzun uzun seyrettim dükkanı. Dönercinin yanındaki otobüs durağında beklerken. Amca farkedip garipsedi galiba. Sonra dükkandan şişman bir teyze ile çıkıp kapı önüne oturdular, sohbet ettiler. Amca biraz yaşlanmış, az kilo almıştı. Yüzünde senelerin yorgunluğu vardı fakat mimiği yine sabitti, kapı gibi. Saç ve bıyıkta bir değişiklik yoktu, muhtemelen boyuyordu. (Ak düşmemiş olması imkansızdı.) Onca sene sonra ilk defa sesini duymuştum. Hatta ismini öğrenmiştim. Fakat otobüse binerken şunu dedim kendime „Unut, çabuk unut. Bilmemelisin bazı şeyleri. Çünkü bilmemeli o da, sende bıraktığı izi.“
Ben
uzaktan sahiplenir
ve uzaktan unutmam.
Böyle bir özelliğim var..
Şimdi gözünüzde
ya bir psikopatım
ya da garip bir insan.
Hangisi?
Bu arada
bakkal amcayı bir daha görmedim ve
dönerci amcanın ismini hatırlayamadım…